Google+
kaligrafi sitesi full background
   
   

27-MATBAA VE KALİGRAFİ YAPANLAR

Türkiye’de matbaa denince Milli Eğitim Bakanlığı’nın tornasından geçmiş hemen her Türk vatandaşı gibi bizim de aklımıza, “Çok gecikti bize matbaanın gelişi; sebebi bilmem kaç bin hattattı ( kaligraf ). Sırf kaligraflar, onlar yüzünden biz geri kaldık!”. gibi basmakalıp, ucuz ve kof “ezber”ler geliyor. Aydınlanma çağının (!) doğuşuna bir vesile, hümanizm için müthiş bir vasıta olduğu söylenen bu icattan çok önce aydınlanmış ve `insanileşmiştik” biz; insanımızın yüksek yüksek ilmi yoktu belki, ama irfanı vardı; İslam’ın bahşettiği bir irfan. Oysa Batı belki de matbaa sayesinde (!) daha da barbarlaşmış ve kıyıcılaşmıştı.

Makalede asıl meşgul olmak istediğimiz konu “matbaanın Türkiye’ye geç geldiği” hayıflanması. Matbaanın icadı ve mucidi hususunda resmi tarihin kabulünden farklı iddialar ortaya atılmış. Bazıları bugünkü resmi beyanı kabul ederken, bazıları da bu icadın asıl sahibinin M.S. 8. asırda Çinliler ve Türkler olduğunu söylerler. O bir yana, matbaanın memleketimize teşrifi acaba gerçekten gecikti mi ve bu gecikme bugünkü “fikir” ve “görgü” eksikliğinin asıl sebebi midir ki? Bize kalırsa ilk sorunun cevabını Prof. Dr. Kemal Beydilli açık bir şekilde söylemiş:

“Gecikme Yok!”

“İlk Türk matbaasının 1727’de açılmasının genelde bir gecikme olarak değerlendirilmiş olmasının, mevcut okur ve yazar kitlesi ve medrese talebelerinin gerekli kitaplarla yeterince donatılmış olması, matbaanın açılmasından sonra basılan eserlerin ve satış miktarlarının sayısal verileri karşısında geçerli bir dayanağı yoktur.”

Evet, işi kitap basmak ve bu yolla ihtiyacı olanlara kitap sağlamak olan bir sistemin ya da bir aracın kendine yetecek kadar kitap “çoğaltan” dağıtan bir topluluk için, “geç gelmiş” olması söz konusu olamaz.

 

Kitap Satın Almadan; Okuyun!

 

Diğer yandan bir memlekette basılan ve satılan kitap sayısı acaba o memleketin gelişmişliğine, maddi ve manevi manada ümranına bir işaret ve alamet kabul edilebilir mi? Pek de öyle olmadığı kanaatindeyiz ve az evvel sorduğumuz ikinci sorunun cevabı “bize matbaanın geç gelmiş” olması değildir; asla olamaz. Kaldı ki acı bir gerçekle karşı karşıyayız bugün; kitap ve daha geniş manada yayıncılıkla alakadar olan herkes bilir ve ikrar eder ki, milletimiz insafsızlık etmeyelim; hepsi, hepimiz değil, ama çoğu maalesef “okur” değil, yalnız “taşıyıcı” ya da daha fasih bir ifadeyle kitap “hamalı! Öyle demiş ediplerden biri, “Kitap okumak isteyen hevesli bir adamla, ‘okumak için kitap isteyen’ yılgın bir adam arasında dağlar kadar fark vardır!” Bir yakını ya da mesela bir dostu tarafından “Ne okumamı tavsiye edersin?” sorusuna muhatap olan kitapseverler, bu sözün ne anlattığını daha iyi anlarlar.

 

Okumuş Cahiller!

 

Durum bu kadar net ve vahimken birilerinin sözüm ona geri kalmışlığımızı, cehalet ve kabalığımızı geçmişe, geçmişte kalmış ve aslında bu zaafların hiçbirinin asil sebebi olmayan bir hadiseye atfetmesi ayrıca ve bizzat cehalettir! Cahil diye yaftalanan geçmişin erleri, aslında bugün ilmine sevdalanıp peşinden koşulan “İrfan fakiri akademik ve tabii entel zümrenin ekabirinden çok daha alim, çok daha görgülü ve hürmete layık insanlardı. Peki, resmi beyanın dikte ettiği bu sözde gerçek ve gerekçenin hiç haklılık payı yok mu? Var; şöyle ki: O gün yani bundan hemen hemen üç asır evvel Türkiye’de Müteferrika Matbaası’nda Türklerin eliyle Türkçe kitap basılmaya başlandığında Memâlik-i Mahrüse’de neredeyse 90.000 kadar hattat kaligraf bulunmaktaydı.

 

Matbaa Mutlak Kurtuluş mudur?

 

Sunu unutmamalı ki, matbaa bir basına memleketi iktisadi, teknolojik ve siyasi manada ayağa kaldıracak, ilim ve irfanı zirvelere taşıyacak bir araç olabilmek vasfından kesinlikle uzaktır, eğitim ve öğretimin de ülke çapında yayılması ve belli bir seviyeye gelmesi icap eder önce. Nitekim Osmanlı Devleti’nde mektepler oldukça yaygındı, bunlar sayesinde hemen her çocuk cinsiyet farkı gözetilmeksizin temel dini ve ahlaki bilgileri öğreniyor, cemiyeti ayakta tutan bir dinamik olarak İslam”, İslam in hayat ve topluma dair prensiplerini hayatının başlangıcında böylece bellemiş oluyordu. Orta ve yüksek öğretimse müfredatında hem din hem de fen ilimlerini barındıran medreselerce (19. asra kadar durum böyleydi, fakat bu asırda orta ve yüksek öğretim vermek üzere rüştiyeler, idadiler ve darül-fünunlar açıldı) sağlanıyordu. Osmanlı coğrafyasının hemen her yerinde, binlerce mektep ve yüzlerce medrese vardı. Mektepler bir yana, medreselerde yetişen talebe rakamları, neredeyse 30 küsur milyonu bulan toplum için, çok çok yüksek değildi. Doğrusu okuyup yazmak imtiyazı o devirde dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi (Avrupa’da okur-yazar oranı ortalama % 20’lerdeydi; Osmanlı’da da durum kalabalık nüfusuna rağmen bundan aşağı değildi…) ülkelerin nüfuslarına nispetle ancak azınlık teşkil edebilecek bir kitleye mahsustu; geniş ve kalabalık halk kitlelerine değil. Dolayısıyla talebeye ders kitaplarının kendileri tarafından istinsahı için haftalık izin verildiği de göz önünde bulundurulursa matbaanın sağlayacağı fazla fazla kitap basma imkân ve hatta lüksüne ihtiyaç yoktu, zira elle yazılan kitaplar ilim hayatının canlılığını muhafazaya yetiyordu. İtiraf edelim ki: Hayatımızı zenginleştirmek; hayata ve insana dair ince bir hassasiyet kazanmak ve en önemlisi “hakikat”i bulmak için okuruz ve biliyoruz ki, her şey, her kitap okunmaz, okumak zorunda değiliz! İslam toplumunun biricik gerçeği dinleridir ve o din, toplumun madde ve mana planında hemen her meselesine zamanla kendi ölçüleri içinde çözümler sunmuştur. Halk da bu yegâne gerçeği kavramak ve hayatlarını onun koyduğu prensipler etrafında şekillendirmek için okur… Bu kısa istitrattan sonra matbaaya dönelim. Matbaanın bizde eğitim ve öğretim, ilim ve kültür hayatı için “olmazsa olmaz” olmadığını ispat eder bir rakam var: İbrahim Müteferrika tarafından 1727’de kurulan ve “basmahâne” diye de anılan ilk matbaamızda 1794’e dek toplam 23 kitap basılmış…

 

Kitap Dernek Vicdan Demektir…

 

Hasılı, matbaa icadından hayli sonra geldi ve kök saldı topraklarımızda. Bu gecikmeyi toplumun ilmen ve fennen geri kalışına sebep diye göstermek en nezih tabirle basitlik olur. Okuyabileceklere yetecek kadar kitap temin edilebiliyorsa daha fazlasını üretememek neden geri kalmışlık olsun? Netice olarak diyebiliriz ki, kitap okuyalım ve okuduklarımız akıllarımızdan yüreklerimize aksın; ilim, böylece irfan olsun, vicdan olsun, feyiz olsun. Görünen o ki, ecdat okuduklarını sindirebilmiş ve benliğiyle bütünleştirmiş ilmini, zira onlar bize nispetle kanun ve nizama daha saygılı, kendi haklarına olduğu kadar başkalarının haklarına da riayetkârmış. Bugün trafik işaretlerini anlasa bile bildiğini okuyan, kanunu hiçe sayan vatandaşlarla dolu yurdumuz. Hâlbuki okuma yazma oranımız bugün neredeyse % 90. Galiba okuduklarımızı anlamıyoruz; geçmişe nazarla tek farkımız bu…

kaligrafi